Yazı, ABD Boston'a burslu olarak siyaset bilimi doktorası yapmaya giden bir Türk genci olan Omer Ozsipahioglu'nun gel-gitli hayatını ve bu hayatla bir şekilde kesişen çok farklıymış gibi görünen hayatların hikaye edildiği, hatta bizzat kelimelerle resmedildiği ARAF romanından alıntıdır. Romanın İngilizce orjinali "The Saint of Incipient Insanities: A novel by Elif Safak".
Sayfa 311:
...Tercih şansı olsa, daha hafif, narin, esnek ve portatif, her gittiği yere kolayca taşınabilen bir soyadına sahip olmak isterdi Ömer Özsipahioğlu, Mr. ve Mrs. Brown gibi.
İstanbul'da lise yıllarında İngilizce dersinde okuduğu ilk kitabın adı İngilizce Öğreniyorum-I'di. Birinci yılın ilk döneminde okutulan ders kitabıydı bu. İkinci dönem başka bir ktaba geçmişlerdi, İngilizce Öğreniyorum-II ve böyle sürüp gitmişti. Fazla bir ilerleme kaydettikleri izlenimi vermiyordu kitaplar; dördüncü ya da beşinci dönemde öğrenciler ders kitaplarının kapaklarını çiziktirerek dalga geçmeye başlamışlardı, Hala İngilizce Öğreniyorum-XIV, Umutsuzca İngilizce Öğrenmeye Devam Ediyorum XXXV. Öğretmenleri bütün dünyada İngilizce eğitiminde temelde aynı sistemin kullanıldığını, yine de farklı ülkelere uyarlarken her kitapta ufak tefek değişiklikler yapıldığnı belirtmişti. Diziyi planlayanların niyeti ne olursa olsun, kitapların başlık ve içerikleri pek başarılı değildi. İngilizceyi insanın asla tam manasıyla keşfedemeyeceği, sadece içinde debelenebileceği bir kaygan zemin gibi gösteriyorlardı; insanın dokunabileceği ama asla elinde tutamayacağı sabunumsu bir yapı. Ne kadar uğraşsan da tutamayacağın senden hızlı bir tavşan-dil, ne ulaşabildiğin, ne de ulaşıp ulaşmamayı umursamama hakkını koruyabildiğin.
Yine de, başlıklarının moral bozucu bir biçimde uzayıp gitmesine rağmen, başkahramanlar Mr. ve Mrs. Brown'dan başka birileri olsa İngilizce Öğreniyorum dizisi daha eğlenceli olabilirdi.
Eğer Türkiye'de nice lise öğrencisi gramere azami dikkat gösterip, asgari kelime hazinesiyle geçinen, iğretiliği kemikleşmiş bir İngilizce konuşuyorsa bunun suçu kısmen de olsa Mr. ve Mrs. Brown'a aitti. İngilizce Öğreniyorum I-II-III-IV... dizisi boyunca en basit faaliyetleri dahi en alengirli şekillerde yaparak sayfalarda kol gezerler, bu arada genç okurlarının yaratıcılık ve hayal yeteneklerine nasıl zarar verdiklerini bilmezlerdi.
Çift, İngilizce Öğreniyorum-I'in ilk sayfalarında, evlerinin mutfağında, ağızları kulaklarında gülümser vaziyette zuhur etmişlerdi. Bu ilk karşılaşmada Mrs. Brown "tabak", "fincan" ve "elma" kelimelerini öğretme vazifesiyle tezgahın yanında duruyor, Mr. Brown ise masada oturmuş, amaçsızca kahvesini yudumluyordu. Sonraki hafta Mrs. Brown "koltuk", "perde" ve herkesi hayrete düşürerek "televizyon" kelimelerini öğretmek üzere yine aynı elbise ve aynı tebessümle oturma odasında hazır ve nazırdı. Mr. Brown görünürlerde yoktu. Sonraki haftalarda çiftin öğretme teknikleri de gülüşleri ve giysileri gibi nadiren değişmişti. Her farklı sahnede Mr. ve Mrs. Brown etraflarındaki her şeyi üç temel ölçüte göre tanımlayıp öğretiyorlardı: renk, büyüklük ve yaş. Böylelikle, Mr. Brown bahçede küçük bir köpek gördüğünde Mrs. Brown yeşil halıyı süpürüyor ya da Mr. Brown eski koltuğunda otururken Mrs. Brown beyaz bir doğum günü pastası yapıyor, işleri karmaşıklaştırma zamanının geldiğine kani olduklarındaysa küçük yeşil yeni halıları süpürüyor ya da büyük yaşlı siyah köpeklere rastlıyorlardı.
Ancak çok geçmeden bu iç mekan sahnelerinin geçici bir safha, çiftin hayatında bir nevi ara dönem olduğu ortaya çıkmıştı. Kitabın ortalarında bir yerlerde o dönem sona erdiğinde, Mr. ve Mrs. Brown bir dizi dış mekan faaliyetine kendilerini vurup bir daha da dur-durak bilmediler. Kafeslerdeki hayvanların isimlerini saymak için hayvanat bahçesine gittiler, otlar, ağaçlar ve çiçekleri öğretmek için dağlara tırmandılar, "gözlük" seçmek, "dondurma" yemek ve "lahana" almak için yakınlardaki çiftliklere, "eldiven", "kemer" ve "küpe" satın almak için mağazalara gittiler, her ne kadar bunları hiç giymeseler de takip eden bölümlerde. Ara sıra tekrarladıkları bir başka faaliyet de uzun, mayışık "güneşli-bir-pazar-günü-idi" pikniklerine çıkmaktı. Orada "kurbağa", "uçurtma", "çekirge" kelimelerini öğrettiler, "tepeler" arasından akan bir "ırmak" kıyısında dinlenirken. Her ne kadar Mr. ve Mrs. Brown dünyanın başka memleketlerinde olup bitenlerle zerrece ilgili görünmeseler de bir keresinde "havaalanı", "gümrük", "bavul" ve "sombrero(Meksikalı şapkası)" kelimelerini öğretmek için Meksika'ya gitmişlerdi. Pek çok öğrenciyi hüsrana uğratan bir çabuklukla geri dönüp, tekrar evlerinde görüldüler; arkadaşlarına ve akrabalarına (her biri sombrerolu) tatil fotoğraflarını göstermek, bir yandan da the past perfect tense'i öğretmek için şatafatlı bir parti vererek.
Dur-durak bilmeden hareket halinde olsalar da, Mr. ve Mrs. Brown'ın asla adım atmadıkları mekanlar da vardı. Asla mezarlıklara gitmezlerdi mesela; sınıftaki oğlanların çoğunun kapısına kadar gidip, içine girmeye cesaret edemedikleri kerhaneler şöyle dursun, yaşam evrenlerinin hiçbir yerinde senatoryumlara, rehabilitasyon kliniklerine, akıl hastanelerine de rastlanmazdı. Mr. Brown'ın bir garsoniyerde ağzı kulaklarında, bütün oğlanların öğrenmeye can attıkları ayıpçı kelimeleri öğretmesini ya da Mrs. Brown'ın bedeniyle, ördekleri göstermek ve doğum günü pastalarını süslemek dışında şeyler yapabileceğini hatırlamasını bekledikleri yoktu. Ama en azından yürüyebilir, sokaklara çıkabilirlerdi. Resmettikleri dünya bunca gerçekdışı ve steril olduğundan, öğrettikleri dil de gerçekdışı ve steril bir hal almış, teorik -yani gramatik- olarak ne söylemek gerektği bilindiği halde İngilizce konuşmak bir nebze olsun kolaylaşmamıştı.
Ardından İngilizce Öğreniyorum-I-II-III... dizisinde öğretilen mutlu hayat taklidinin gerçek hayat tarafından amansızca sınanacağı o lanetli an çıkagelirdi. Çocuklarının İngilizce konuştuğunu duymak orta sınıf Türk anababaları için müthiş bir gururdu. Hiçbir fırsatı kaçırmazlardı. Pat diye, akrabalarının ve arkadaşlarının önünde İngilzce konuşmaya, bir şey söylemeye zorlarlardı, yeterki kulağa yeterince İngilizce gelsin. Anababaların, hiçbir içerik ya da maksat olmaksızın çocuklarının İngilizce konuştuğunu duyma istekleri yeterince kahrediciydi ama beterin beteri olduğu, bu anababalar birkaç turistle karşılaşınca ortaya çıkardı. "Neden konuşmuyorsun," diye dürtelerlerdi çocuklarını, "git konuş turistlerle, sor bakalım bir şeye ihtiyaçları var mı. İki dönemdir İngilizce dersi alıyorsun. Konuşabilirsin!"
Konuşabilirlerdi elbette. Sahne biraz daha farklı olsa turistlerle konuşabilir, hatta muhabbet bile edebilirlerdi. Komalar, ambulans sirenleri, sokak satıcıları, İstanbul keşmekeşi içinde eğri büğrü kaldırımları arşınlayan hayat gailesinde endişeli insanlar arasında olmak yerine, bir dere kıyısında güzel-ve-güneşli-bir-pazar pikniğinde, açan zambakları, öten kurbağaları seyrederek bağlaçlar ve ünlemlerle besleniyor olsalar ve tüyler ürpertici basitlikteki "Kapalı Çarşı'ya nasıl gidebilirim?" sorusu yerine iki ayrı cümleciği zarf bağlaçlarıyla birbirine bağlamaları istenseydi. Konuşabilirlerdi kuşkuduz ama bu koşullar altında değil. Yaz gelene kadar İngilizce öğretmenlerinden, en çok da Mr. ve Mrs. Brown'dan nefret etmiş olurdu öğrenciler. İlk dönem duydukları okkalı tepkiselliğin titrek temelleri üzerine, İngilizce Öğreniyorum-III'e devam etmek için ek motivasyonları olmazdı.
Bu kitapları kemikleştiren, öğretmeyi hedefledikleri kurallardan ziyade reddettikleri kuralsızlıktı: belletilen her şeyin kağıt üzerinde doğru olsa da, hayat tarafından yanlışlanabilir olmasıydı unuttukları. Bu kitapların hasarları öyle büyüktü ki zihninde, sinema ve müziği bu kadar çok sevmese yan etkileriyle hala boğuşuyor olurdu Ömer. Sinema, yani düşük bütçeli, bağımsız, iddiasız, Amerikan/İngiliz/Avusturalya filmleri ve punk/rock/post-punk şarkı sözleri, ezberlemeye mecbur bırakıldığı bütün Advanced English kitaplarından daha çok şey öğretmişti ona.
Hayat, etiyle kanıyla gerçek hayat, gramer kurallarının içinde ikamet etse de sürekli, sistematik olarak bu kuralların dışına çıkmak için patikalar açıyordu kendine. Hayat, gramer kurallarının gereklerine göre cümleler kuruyor ama hemen ardından orada burada delikler açarak dilin özünün sızmasına, kendi yolunu bulmasına da imkan tanıyordu. İngilizce Öğreniyorum kitaplarının öğretmeyi unuttuğu tam da bu "sapma" ve sapmanın benzersiz hazzıydı.
harika bir paylaşım ellerine sağlık.bu kitap mutlaka okunmal.bu arada bende bir blog oluşturdum birazda senin yazıların sebeb oldu diye bilirz senide beklerim belki bir önerin olur saygılar.
YanıtlaSilKitap biraz karamsar olsa da bir takım gerçekliklerin ipuçlarını veriyor...
YanıtlaSilAynı yazarın "Aşk" kitabı da ezber bozan bir ilginçlikte. Onu da tavsiye ederim.
Blog oluşturmana benim yazılarım mı sebep oldu? Güzel bir şeylere sebep olacak katkıda bulunduysak ne mutlu :)
mutlu huzurlu sağlıklı güzel kazançlı bir yıl dilerim..
YanıtlaSiltuhaf olucak sanane be diyeceksin belki ama ben senin yazılarını çok beğeniyorum ama bu ara yazmıyosun.gidip gelip bakıyorum :)o güzel namelerden mahrum bırakma bizi.
YanıtlaSil"sana ne" demem :)
YanıtlaSilteşekkür ederim yazılarım hakkında güzel şeyler söylüyorsun.
Daha kolay olduğu için şimdilik facebook'ta takılıyorum. Buraya yazacağım birkaç konu var ama vakit ayırmıyorum fazla. Yine de isteğini aklımın bir köşesine yazdım :)