12 Şub 2007

önyargı

Bilgeye sormuşlar: "Efendim, dünyada en çok kimi seversiniz ?"
"Terzimi severim," diye cevap vermiş. Soruyu soranlar şaşırmışlar:
"Aman üstad, dünyada sevecek o kadar çok kimse varken terzi de kim oluyor ? O da nereden çıktı? Neden terzi?"
Bilge, bu soruya da şöyle cevap vermiş:
"Dostlarım, evet ben terzimi severim. Çünkü ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır. Ama ötekiler öyle değildir. Bir kez benim hakkımda karar verirler, ölünceye kadar da, beni hep aynı gözle görürler.
----------------------------------
Patron kim?

Beynimizde bilgilerimizi belirleyen ve dizayn eden bir ‘patron’ olduğunun farkında mıyız? Önyargı adını taşıyan bu patron koltuğuna oturmuşsa bundan sonraki bilgileri hiç ciddiye almamaya ve ön yargımız paralelinde ona uygun bir kılıf dikmek konusunda muhteşem bir terzi sanatkârlığına soyunuruz.

Hayata yeniden bakmanın bir yolu var mı?

Bir kişi ya da olay hakkında zihnimize ilk önce giriş yapan bilgi için “ilk izlenim” demek ve bununla yetinmek yeterdi aslında. Ama bir şeyler bu ilk izlenimi kendi sınırlarının çok çok ötesine taşıdı ve onu bizim bütün diğer bilgilerimizi belirleyen, seçen, hatta dizayn eden beynimizdeki “patron” yaptı. Ve bu yüzden de onu nitelemek için “ilk izlenim” kadar mütevazı bir isim yerine “önyargı” gibi burnu yukarıda bir ismin kullanılmasının daha uygun olduğunu düşünüyorum.

İlk bakışta bilginin beynimize giriş zamanının bilginin değeri açısından bir şey ifade etmemesi gerekir diye düşünmemiz elbette normal. Ancak maalesef durum pek öyle değil! Bilgi zihnimize girerken adeta köşe kapmaca oynar gibi boş bulduğu ilk koltuğa oturmak için kıyasıya bir rekabet içine girer. Ve o kral koltuğuna bir kere oturdu mu, gelen giden hiçbir muhalif bilgi onu alaşağı edememektedir. O koltuğunda kök salmakla da kalmaz, sarayın içine (beynimize) kimin girip girmeyeceğine de bütün küstahlığıyla karar verir hale gelir.

Peki neden?

Aslında bünyemize bir yaşam gereği olarak konulmuş önemli bir mekanizmanın suistimalinin adıdır önyargı. Her gün binlerce uyarana maruz kalırız. Ve her uyaranı sıfırdan tanımaya kalksak her sabah hayata sıfırdan başlamak ve neyin ne işe yaradığı konusunda her sabah sıfırdan bir tanıma süreci içine girmek zorunda kalırdık. Bu da birbirinin tekrarı günler doğurmakla kalmaz, neye güvenip neye karşı dikkatli davranmamız gerektiği konusunda bir yargıya sahip olmadığımız için hayatımızın haddinden fazla risklerle dolu olmasına neden olurdu.

Ancak bilgi kayıt sistemimiz sayesinde; hiçbir şeyi sıfırdan tanımaz, her düşüncenin, bilginin bizim bundan sonraki davranışlarımızı etkileyecek bir izdüşümünü, bir “yargı”yı beynimize yazarız.

Zihnin gizli sahibi

Buraya kadar her şey normal. Sorun bundan sonra, bu ilk bilgilerin zihinde oturduğu koltukta kök salmasıyla başlamaktadır. Biz bu ilk bilgilerimizi öyle içselleştiriyor, öyle sorgulanamaz kılıyoruz ki söz konusu kişi veya olay hakkında sonradan farklı yönde işaretler dahi alsak bunları bile kral koltuğumuzdaki “önyargımız”ın bakış açısıyla değerlendiriyor, dolayısıyla da ya sonraki bilgileri hiç ciddiye almıyor ya da kendi önyargımız paralelinde ona uygun bir kılıf dikmek konusunda muhteşem bir terzi sanatkârlığı sergiliyoruz. Kendi önyargımıza uyan işaretleri karşı taraftan adeta “cımbızlıyor”, diğerlerini ise değil değerlendirmek ve elemek, görmüyoruz bile!

Örnek mi? Buyurun buradan yakın!

“Hemşerim memleket nire?” deriz adeta toplumsal bir içgüdüyle. Verilen cevaba göre ya susar ve o memleketin insanlarından gördüğümüz yamuk ölçüsünde “hımmm” çekeriz. Ya da tam tersi ise, “Vay, neresinden?” diye devamını getiririz heyecanla. Tamam memleket kültürü, sosyal çevre anlamında bir parça önemlidir, kabul. Ama bu kadar mı?

Veya kişi, “Ben X üniversiteliyim.” dedikten sonra maç yorumu bile yapsa, “Vay be adam biliyor.” tınısında yaklaşır, “Hikmetinden sual olmaz!” modunda hüşyar bir bakış sergileriz.

“Duruşundan hiç hoşlanmadım, bakışını sevmedim, bir görüşte kanım ısındı, ilk gördüğümde vuruldum, ben insan sarrafıyım, ben onu gördüğüm an işe yaramaz olduğunu anlamıştım, vs.” artık deyim haline gelmiş önyargılarımız değilse nedir?

Farkında olduğumuz veya olmadığımız daha milyonlarcası. Neye dayandığı belirsiz ama gücü de dehşetengiz “düşünce gözlükleri” zihnimizin bir yerlerine saklanmış durmaktadır.

Önyargı makineleri

Bizim önyargı geliştirme konusundaki akıl almaz sürate sahip zihinsel mekanizmamız yetmiyormuş gibi bu süratimize sürat katan toplumsal makinelerimiz de vardır üstelik. Dedikodu meclisleri, TV, gazete de sizin hakkında hiç bilgi sahibi olmadığınız birileriyle ilgili olarak beyninizin kral koltuğu için saraya kralcıklar sızdırıp sizi içten fethetmektedir. Ve bundan sonra dedikodulara malzeme olmuş söz konusu kişiler ya da olaylar değil ağızlarıyla kuş tutmak, kuşların hepsini kendiyle ilgili yeni haberler taşımak için zihninizdeki krala gönderse bile kralınız yüzünü dönüp bakmayacaktır!

Peki bu sadece bizim kültürümüze özgü bir zaaf mı? Aslında pek öyle değil. Yapılan araştırmalar bunun insana özgü bir durum olduğunu göstermektedir. Örneğin bir araştırmada karşımızdakinin sadece kıyafetinin ön yargımızın yüzde 40’ını tek başına oluşturduğu görülmüştür. Üstelik daha “merhaba” bile demeden!

Roger Banıster örneği

Roger Banister bir atlet. Ancak kırdığı rekordan daha farklı bir şey. 1954 yılına kadar hiç kimse bir mili 4 dakikanın altında koşamamıştı. Üstelik koşamayalı o kadar uzun zaman olmuştu ki artık bilimsel dergilerde bunun insan bünyesine ait bir imkânsızlık olduğu, kas yapısının buna izin vermeyeceği yönünde makaleler yayımlanmaya başlamıştı. Ama Roger bunları bir kenara koydu ve çalıştı. Derken 1954, dünyada ilk defa bir insanın 1 mili 4 dakikanın altında koştuğu tarih olarak insanlık âlemine kaydoldu. Roger bunu başarmıştı.

Buraya kadar her şey normal gözükebilir ve bir azim hikâyesi olarak anlatılıp durulabilir belki. Ama bizim niyetimiz daha farklı bir noktaya dikkat çekmek. Roger koştuktan sonra bir şey olmuştur. O sene içinde 37 kişi, sonraki sene 176 kişi daha bir mili 4 dakikanın altında koşmuştur. Yeni bir ayakkabı mı icat edilmişti, yoksa insan kaslarının DNA’sını değiştiren bir ilaç mı bulunmuştu? İkisi de değil, bulunan bir şey yoktu; sadece yok olan bir şey vardı: “Bir önyargıcık”!

Sizin kaç tane adanız var?

Sizin zihninizde önyargı adındaki bu krallardan kaç tane var? Kaç koltuğunuz zaptedilmiş durumda? Yoksa zihninizde mantar gibi biten-bitirilen önyargı adacıkları arasında kulaç atamayacak kadar susuz ve çaresiz mi hissediyorsunuz kendinizi?

Peki, beyninizin önyargı kapmaması konusunda en az doktorunuz kadar steril davranmaya ve tümden zihninizi sterilize etmeye gerek yok mu? Ya da en kötüsü; bütün yargılarınızı yeni baştan sorgulamak ve hayata “yeniden” bakmak için yeterince genç değil misiniz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder