27 Eyl 2009

Bay ve Bayan Brown: ARAF'tan alıntı

Yazı, ABD Boston'a burslu olarak siyaset bilimi doktorası yapmaya giden bir Türk genci olan Omer Ozsipahioglu'nun gel-gitli hayatını ve bu hayatla bir şekilde kesişen çok farklıymış gibi görünen hayatların hikaye edildiği, hatta bizzat kelimelerle resmedildiği ARAF romanından alıntıdır. Romanın İngilizce orjinali "The Saint of Incipient Insanities: A novel by Elif Safak".

Sayfa 311:

...Tercih şansı olsa, daha hafif, narin, esnek ve portatif, her gittiği yere kolayca taşınabilen bir soyadına sahip olmak isterdi Ömer Özsipahioğlu, Mr. ve Mrs. Brown gibi.

İstanbul'da lise yıllarında İngilizce dersinde okuduğu ilk kitabın adı İngilizce Öğreniyorum-I'di. Birinci yılın ilk döneminde okutulan ders kitabıydı bu. İkinci dönem başka bir ktaba geçmişlerdi, İngilizce Öğreniyorum-II ve böyle sürüp gitmişti. Fazla bir ilerleme kaydettikleri izlenimi vermiyordu kitaplar; dördüncü ya da beşinci dönemde öğrenciler ders kitaplarının kapaklarını çiziktirerek dalga geçmeye başlamışlardı, Hala İngilizce Öğreniyorum-XIV, Umutsuzca İngilizce Öğrenmeye Devam Ediyorum XXXV. Öğretmenleri bütün dünyada İngilizce eğitiminde temelde aynı sistemin kullanıldığını, yine de farklı ülkelere uyarlarken her kitapta ufak tefek değişiklikler yapıldığnı belirtmişti. Diziyi planlayanların niyeti ne olursa olsun, kitapların başlık ve içerikleri pek başarılı değildi. İngilizceyi insanın asla tam manasıyla keşfedemeyeceği, sadece içinde debelenebileceği bir kaygan zemin gibi gösteriyorlardı; insanın dokunabileceği ama asla elinde tutamayacağı sabunumsu bir yapı. Ne kadar uğraşsan da tutamayacağın senden hızlı bir tavşan-dil, ne ulaşabildiğin, ne de ulaşıp ulaşmamayı umursamama hakkını koruyabildiğin.

Yine de, başlıklarının moral bozucu bir biçimde uzayıp gitmesine rağmen, başkahramanlar Mr. ve Mrs. Brown'dan başka birileri olsa İngilizce Öğreniyorum dizisi daha eğlenceli olabilirdi.

Eğer Türkiye'de nice lise öğrencisi gramere azami dikkat gösterip, asgari kelime hazinesiyle geçinen, iğretiliği kemikleşmiş bir İngilizce konuşuyorsa bunun suçu kısmen de olsa Mr. ve Mrs. Brown'a aitti. İngilizce Öğreniyorum I-II-III-IV... dizisi boyunca en basit faaliyetleri dahi en alengirli şekillerde yaparak sayfalarda kol gezerler, bu arada genç okurlarının yaratıcılık ve hayal yeteneklerine nasıl zarar verdiklerini bilmezlerdi.

Çift, İngilizce Öğreniyorum-I'in ilk sayfalarında, evlerinin mutfağında, ağızları kulaklarında gülümser vaziyette zuhur etmişlerdi. Bu ilk karşılaşmada Mrs. Brown "tabak", "fincan" ve "elma" kelimelerini öğretme vazifesiyle tezgahın yanında duruyor, Mr. Brown ise masada oturmuş, amaçsızca kahvesini yudumluyordu. Sonraki hafta Mrs. Brown "koltuk", "perde" ve herkesi hayrete düşürerek "televizyon" kelimelerini öğretmek üzere yine aynı elbise ve aynı tebessümle oturma odasında hazır ve nazırdı. Mr. Brown görünürlerde yoktu. Sonraki haftalarda çiftin öğretme teknikleri de gülüşleri ve giysileri gibi nadiren değişmişti. Her farklı sahnede Mr. ve Mrs. Brown etraflarındaki her şeyi üç temel ölçüte göre tanımlayıp öğretiyorlardı: renk, büyüklük ve yaş. Böylelikle, Mr. Brown bahçede küçük bir köpek gördüğünde Mrs. Brown yeşil halıyı süpürüyor ya da Mr. Brown eski koltuğunda otururken Mrs. Brown beyaz bir doğum günü pastası yapıyor, işleri karmaşıklaştırma zamanının geldiğine kani olduklarındaysa küçük yeşil yeni halıları süpürüyor ya da büyük yaşlı siyah köpeklere rastlıyorlardı.

Ancak çok geçmeden bu iç mekan sahnelerinin geçici bir safha, çiftin hayatında bir nevi ara dönem olduğu ortaya çıkmıştı. Kitabın ortalarında bir yerlerde o dönem sona erdiğinde, Mr. ve Mrs. Brown bir dizi dış mekan faaliyetine kendilerini vurup bir daha da dur-durak bilmediler. Kafeslerdeki hayvanların isimlerini saymak için hayvanat bahçesine gittiler, otlar, ağaçlar ve çiçekleri öğretmek için dağlara tırmandılar, "gözlük" seçmek, "dondurma" yemek ve "lahana" almak için yakınlardaki çiftliklere, "eldiven", "kemer" ve "küpe" satın almak için mağazalara gittiler, her ne kadar bunları hiç giymeseler de takip eden bölümlerde. Ara sıra tekrarladıkları bir başka faaliyet de uzun, mayışık "güneşli-bir-pazar-günü-idi" pikniklerine çıkmaktı. Orada "kurbağa", "uçurtma", "çekirge" kelimelerini öğrettiler, "tepeler" arasından akan bir "ırmak" kıyısında dinlenirken. Her ne kadar Mr. ve Mrs. Brown dünyanın başka memleketlerinde olup bitenlerle zerrece ilgili görünmeseler de bir keresinde "havaalanı", "gümrük", "bavul" ve "sombrero(Meksikalı şapkası)" kelimelerini öğretmek için Meksika'ya gitmişlerdi. Pek çok öğrenciyi hüsrana uğratan bir çabuklukla geri dönüp, tekrar evlerinde görüldüler; arkadaşlarına ve akrabalarına (her biri sombrerolu) tatil fotoğraflarını göstermek, bir yandan da the past perfect tense'i öğretmek için şatafatlı bir parti vererek.

Dur-durak bilmeden hareket halinde olsalar da, Mr. ve Mrs. Brown'ın asla adım atmadıkları mekanlar da vardı. Asla mezarlıklara gitmezlerdi mesela; sınıftaki oğlanların çoğunun kapısına kadar gidip, içine girmeye cesaret edemedikleri kerhaneler şöyle dursun, yaşam evrenlerinin hiçbir yerinde senatoryumlara, rehabilitasyon kliniklerine, akıl hastanelerine de rastlanmazdı. Mr. Brown'ın bir garsoniyerde ağzı kulaklarında, bütün oğlanların öğrenmeye can attıkları ayıpçı kelimeleri öğretmesini ya da Mrs. Brown'ın bedeniyle, ördekleri göstermek ve doğum günü pastalarını süslemek dışında şeyler yapabileceğini hatırlamasını bekledikleri yoktu. Ama en azından yürüyebilir, sokaklara çıkabilirlerdi. Resmettikleri dünya bunca gerçekdışı ve steril olduğundan, öğrettikleri dil de gerçekdışı ve steril bir hal almış, teorik -yani gramatik- olarak ne söylemek gerektği bilindiği halde İngilizce konuşmak bir nebze olsun kolaylaşmamıştı.

Ardından İngilizce Öğreniyorum-I-II-III... dizisinde öğretilen mutlu hayat taklidinin gerçek hayat tarafından amansızca sınanacağı o lanetli an çıkagelirdi. Çocuklarının İngilizce konuştuğunu duymak orta sınıf Türk anababaları için müthiş bir gururdu. Hiçbir fırsatı kaçırmazlardı. Pat diye, akrabalarının ve arkadaşlarının önünde İngilzce konuşmaya, bir şey söylemeye zorlarlardı, yeterki kulağa yeterince İngilizce gelsin. Anababaların, hiçbir içerik ya da maksat olmaksızın çocuklarının İngilizce konuştuğunu duyma istekleri yeterince kahrediciydi ama beterin beteri olduğu, bu anababalar birkaç turistle karşılaşınca ortaya çıkardı. "Neden konuşmuyorsun," diye dürtelerlerdi çocuklarını, "git konuş turistlerle, sor bakalım bir şeye ihtiyaçları var mı. İki dönemdir İngilizce dersi alıyorsun. Konuşabilirsin!"

Konuşabilirlerdi elbette. Sahne biraz daha farklı olsa turistlerle konuşabilir, hatta muhabbet bile edebilirlerdi. Komalar, ambulans sirenleri, sokak satıcıları, İstanbul keşmekeşi içinde eğri büğrü kaldırımları arşınlayan hayat gailesinde endişeli insanlar arasında olmak yerine, bir dere kıyısında güzel-ve-güneşli-bir-pazar pikniğinde, açan zambakları, öten kurbağaları seyrederek bağlaçlar ve ünlemlerle besleniyor olsalar ve tüyler ürpertici basitlikteki "Kapalı Çarşı'ya nasıl gidebilirim?" sorusu yerine iki ayrı cümleciği zarf bağlaçlarıyla birbirine bağlamaları istenseydi. Konuşabilirlerdi kuşkuduz ama bu koşullar altında değil. Yaz gelene kadar İngilizce öğretmenlerinden, en çok da Mr. ve Mrs. Brown'dan nefret etmiş olurdu öğrenciler. İlk dönem duydukları okkalı tepkiselliğin titrek temelleri üzerine, İngilizce Öğreniyorum-III'e devam etmek için ek motivasyonları olmazdı.

Bu kitapları kemikleştiren, öğretmeyi hedefledikleri kurallardan ziyade reddettikleri kuralsızlıktı: belletilen her şeyin kağıt üzerinde doğru olsa da, hayat tarafından yanlışlanabilir olmasıydı unuttukları. Bu kitapların hasarları öyle büyüktü ki zihninde, sinema ve müziği bu kadar çok sevmese yan etkileriyle hala boğuşuyor olurdu Ömer. Sinema, yani düşük bütçeli, bağımsız, iddiasız, Amerikan/İngiliz/Avusturalya filmleri ve punk/rock/post-punk şarkı sözleri, ezberlemeye mecbur bırakıldığı bütün Advanced English kitaplarından daha çok şey öğretmişti ona.

Hayat, etiyle kanıyla gerçek hayat, gramer kurallarının içinde ikamet etse de sürekli, sistematik olarak bu kuralların dışına çıkmak için patikalar açıyordu kendine. Hayat, gramer kurallarının gereklerine göre cümleler kuruyor ama hemen ardından orada burada delikler açarak dilin özünün sızmasına, kendi yolunu bulmasına da imkan tanıyordu. İngilizce Öğreniyorum kitaplarının öğretmeyi unuttuğu tam da bu "sapma" ve sapmanın benzersiz hazzıydı.

25 Ağu 2009

uzmanından bilgisayar acemilerine öneriler

Yönerge
Kaynak: LifeHacker

Yukarıda 'Annem' diye başladığına bakmayin (parents'i oyle ceviriverdim)... Benim annem istisnadır :) Ofis (word, excel, vs...) kullanmayı annecigim sayesinde ögrenmistim lise-1'de, hem de Pentium-100'de... Tatilde ofis'te birşeyler yapmayi odev olarak verirdi, boş kalıp da sıkılmayalım evde diye :P

Çocuklara ödev olarak verilebilecek bir konu: karnelerinin aynısını excel'de yapmaları :)

1 Ağu 2009

... anlamına gelmez

Gösterdim! Gördü anlamına gelmez...
Söyledim! Duydu anlamına gelmez...
Duydu! Doğru anladı anlamına gelmez...
Anladı! Hak verdi anlamına gelmez...
Hak verdi! İnandı anlamına gelmez...
İnandı! Uyguladı anlamına gelmez...
Uyguladı! Sürdürecek anlamına gelmez...

20 Tem 2009

teknik servis [komik]

Pazar neşeniz kısa bir süreliğine yerine gelsin. Beni çok güldürdü bu derleme :)
Değerli Teknik Servis,

Geçen yıl aldığım "Erkek Arkadaş 5.0" programını "Koca 1.0" seviyesine yükselttim.
Ama tüm sistem performansları nda bir yavaşlama sözkonusu. Özellikle "Erkek Arkadaş 5.0" bölümünde bulunan "Çiçek 8.0"ve "Mum Işığında Yemek 6.3" işlemleri "Koca 1.0" programında yok... "Koca 1.0" programı devreye girince bir çok program devre dışı kaldı.

"Romantizm 9.5" ile "Özel İlgi 6.5" kesinlikle devre dışı, ama bunun yerine "Sınırsız TV 0.4" ve "Maraton 1.35 " sürekli çalışıyor. "Sohbet 8.0" ve "Ev Temizliği 2.6"yi çalıştırınca da sistemi çökertiyor.

"Kavga 5.3", "Evi Terk Et 3.2" programı fayda etmedi.

"Koca 2.0" sürümünü yüklesem işe yarar mi? Sizce ne yapmam gerekiyor?

İmza
Umutsuz

============ ========= ====

Sayın Umutsuz,

Bir kere bu olayı şöyle görmeniz gerek "Erkek Arkadaş 5.0" bir eğlence paket programıdır. "Koca 1.0" ise başlı başına bir işletim sistemi.
“Beni sevdiğini düşünüyordum.html" komutunu yazarak "GözYaşı 6.2"'i indirin ve "Suçlu His 3.0"'ı güncellemeyi unutmayın. Eğer bu uygulamalar doğru sonuç verirse "Çiçek 2.0" ile
"Mum Işığında Yemek 2..1" kısa bir süre için devreye girebilir. Ama sakın çok sık uygulamaya koymayın yoksa "Koca 1.0" otomatik olarak koruma programı olan "Sessizce SuratAsma 2.5" devreye sokar.

Ama ne yaparsanız yapın kesinlikle "Kaynana 1.0"'ı çalıştırmayın.
(Ekran görüntüsünü bozan ve sistem kontrolünü kaybettiren bir virüs ortaya çıkar).

Ayrıca "Erkek Arkadaş 5.0" 'ı kesinlikle yeniden yüklemeyin. Bu kabul edilmez uygulama ciddi sorunlar yaşatabilir ve "Koca 1.0" bunu kaldıramaz.

"Koca 2.0" ise size ek yük getirmekten baska ise yaramaz.

Kısacası "Koca 1.0" çok güzel bir işletim sistemi, ama sınırlı hafızaya sahip ve yeni uygulamaları hemen kavramaya müsait değil.

Performans arttırıcı ek programlar tavsiye ederiz,

Mesela "Sıcak Yemek 3.0" ve "Sevgi Sözcükleri 7.7" çok faydalı olur.

İyi Şanslar,

Teknik servis

Yazıyı gönderen arkadaşım İnci'nin de dediği gibi acaba bunun "Kız Arkadaşım 6.0" ve "Karım 1.0" sürümleri nasıl olurdu acaba :P

30 Haz 2009

10'dan say geriye

Facebook'ta kimin ne yaz(p)dığını izlemek bazen hoş oluyor bazen boş.
Buradaki hoş paylaşımlardan biri. Paylaşan Ahmet Y.

EĞER; "9" canlı olsaydın bile,
En çok "8" kez kaçabilirdin ölümden.
Bil ki "7" düvele sultan olsan dahi,
Yerin "6" mekan olacak sana.
En fazla "5" metre kumaş götürebileceksin.
Kapatacaksın "4" açsan da gözünü.
Bu dünya "3" günlük dünya.
Azrailin yanında "2" kat olup yalvarsan da nafile.
Elbet "1" gün öleceksin.
İşte o zaman herşey "0" dan başlayacak ...

28 Haz 2009

titanyum yerine tahta protez

Aşağıdaki haber beni nedense heyecanlandırdığı için paylaşmak istedim. Bunun protez dünyasında büyük bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Bence bu malzeme sadece protez yapmak için değil başka ürünler yapmak için de rahatlıkla kullanılabilir gibi geliyor. Mesela tahtanın kullanıldığı heryer :)

gp_489049.jpg
İtalyan uzmanlar, tahtadan yapılmış, gerçeğinden farksız kemik protez maddesi geliştirdi.

Araştırmacı ekip ilk önce tahtada bulunan su ve proteni ayırmak için tahtayı ısıttı. Isıtma işleminden sonra geriye tahtanın karbon iskeleti kaldı. Daha sonra bu maddeyi karbondioksit ve oksijenle reaksiyona sokarak kalsiyum karbonatı elde ettiler.

Faenza kentinde bulunan Seramik Teknolojisi ve Bilimi Enstitüsü`nde görevli uzmanlar tahtadan elde edilen bu beyaz maddenin (Kalsiyum karbonat) kimyasal olarak kemikten bir farkının olmadığını açıkladı.

Uzmanlar, gözenekler ve kanallar sebebiyle tahtanın vücuda titanyumdan daha kolay entegre olabilme özelliğine dikkat çektiler.

Kemikle benzer yapıda olmasına rağmen, aşınma ve çürüme riskinden dolayı protez için elverişli bir madde olmayan tahtanın, gözenekli yapısı muhafaza edilerek temel elementlerinin kemik yapısına dönüştürüldüğü kaydedildi.

Kaynak

10 Haz 2009

tek kollu judocu

Yeni değil ama işte size hayattan feyz alınacak bir öykü daha!

Japonya'da bir çocuk 10 yaşlarındayken bir trafik kazası geçirmiş ve sol kolunu kaybetmiş. Oysa çocuğun büyük bir ideali varmış. Büyüyünce iyi bir judo ustası olmak istiyormuş. Sol kolunu kaybetmekle birlikte bu hayali de yıkılan çocuğunun büyük bir depresyona girdiğini gören babası, Japonya'nın ünlü bir Judo ustasına gidip yapılacak bir şeyin olup olmadığını sormuş. Hoca "Getir çocuğu, bir bakalım" demiş. Ertesi gün baba-oğul varmışlar hocanın yanına. Hoca çocuğu süzmüş ve "Tamam. Yarın eşyalarını getir, çalışmalara başlıyoruz." demiş.

Ertesi gün çocuk geldiğinde, hocası ona bir hareket göstermiş ve "Bu hareketi çalış" demiş. Çocuk bir hafta aynı hareketi calışmış. Sonra hocasının yanına gitmiş ve "Bu hareketi öğrendim, başka hareket göstermeyecek misiniz?" diye sormuş. Hocanın cevabı "Çalışmaya devam et" olmuş.

İki ay, üç ay, altı ay derken çocuk okuldaki bir yılını doldurmuş ve bu bir yıl boyunca hep o aynı hareketi tekrarlamış. Sonunda hocanın yanına tekrar gitmiş ve "Hocam bir yıldır aynı hareketi yapıyorum. Bana başka hareket göstermeyecek misiniz?" demiş. Hoca yine "Sen aynı hareketi çalış oğlum. Zamanı gelince yeni harekete geçeriz." diye cevap vermiş.

İki yıl, üç yıl, beş yıl derken çocuk judodaki 10. yılını doldurmuş. Bir gün hocası yanına gelip "Hazır ol! Seni büyük turnuvaya yazdırdım. Yarın maça çıkacaksın!" demiş. Delikanlı şok olmuş. Hem sol kolu yok, hem de judo da bildiği tek hareket varmış ve ünlü judocuların katıldığı turnuvada hiçbir şansının olmayacağını düşünmüş ama hocasına saygısından ses çıkarmamış.

Turnuvanın ilk günü, delikanlı ilk müsabakasına çıkmış. Rakibine bildiği tek hareketi yapmış ve kazanmış. Derken, ikinci, üçüncü maç, çeyrek final, yarı final ve final! Finalde delikanlının karşısına ülkenin son on yılın yenilmeyen şampiyonu çıkmış. Tam bir üstat! Delikanlı dayanamayıp hocasının yanına koşmuş ve "Hocam hasbelkader buraya kadar geldik ama rakibime bir bakın hele. Bende ise bir kol eksik ve bildiğim tek bir hareket var. Bu kadarı bana yeter. Bari, çıkıp da rezil olmayayım izin verin turnuvadan çekileyim." demiş. "Olmaz!" demiş hocası. "Kendine güven, çık dövüş. Yenilirsen de namusunla yenil." Delikanlı çaresiz çıkmış müsabakaya. Maç başlamış. Delikanlı yine bildiği o tek hareketi yapmış ve TAK! Yenmiş rakibini ve şampiyon olmuş.

Kupayı aldıktan sonra hocasının yanına koşmuş, "Hocam nasıl oldu bu iş? Benim bir kolum yok ve bildiğim tek bir hareket var. Nasıl oldu da ben kazandım?" diye sormuş. Hocası da "Bak oğlum 10 yıldır o hareketi çalışıyordun. O kadar çok çalıştın ki, artık yeryüzünde o hareketi senden daha iyi yapan hiç kimse yok. Bu bir. İkincisi de o hareketin tek bir karşı hareketi vardır. Onun için de rakibinin senin sol kolundan tutması gerekir!"

"İnsanların eksiklikleri bazen, aynı zamanda en güçlü tarafları olabilir. Ama yeter ki bu eksiklik kafalarında olmasın!!!"

8 Haz 2009

HERGÜN BİR YERDEN GÖÇMEK

Her gün bir yerden göçmek
Ne iyi

Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan
Akmak ne hoş

Dünle beraber
Gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım

Mevlana Celaleddin Rumi

24 Nis 2009

dilbert - yetenek :) [komik]

Uzun bir aradan sonra kısa bir komik pas verip kaçayım yeniden...

Mühendis Dilbert çizgi serisini bilenler bilir. Paylaştığım videoda, Küçük Dilbert annesiyle doktora gidiyor... Animasyonda geçen konuşmayı da alta ekledim. Trajikomik :) Özellikle de mühendisseniz... İzleyin:


Anne: Küçük Dilbert için endişeleniyorum. Diğer çocuklar gibi değil.
Doktor: Ne demek istiyorsunuz?
Anne: Dün, onu bir dakika kendi başına bıraktım. Ve o, TV'yi, saati ve müzik setini sökmüş.
Doktor: Bu çok normal. Çocuklar mutlaka birşeyleri parçalarlar..
(Bu sırada, küçük Dilbert'e diz refleks testi uygular)
Dilbert: Oo!
Anne: Beni endişelendiren kısım, parçaları amatör radyo istasyonu yapmak için kullanmış.
Doktor: Aman Tanrım!
Anne: Bu kötü mü?
Doktor: Normalde EEG çektirirdim. Ama makine çalışmıyor.
(Küçük Dilbert, doktor konuşurken, EEG makinesinin kapağını açıp bir-iki kurcalar ve makine çalışmaya başlar)
Doktor: Durum korktugumdan daha kötü.
Anne: Nedir?
Doktor: Maalesef oğlunuzunda şey var... Yetenek! (Knack)
Anee: Yetenek mi?
Doktor: (Tıp kitabına bakar) Mekanik ve elektronik aletlerle alakalı olağanüstü bir sezgiyle beraber sosyal eksiklikle karakterize edilen ve nadiren rastlanılan bir durum.
Anne: (Endişeli) Normal bir yaşam sürebilir mi?
Doktor: Hayır. Mühendis olacak.
Anne: ühühühüü.
Doktor: Kendini suçlama.
Anne: Zamanla geçer mi?
Doktor: Geçebilir ama dua et geçmesin. Eğer bir mühendis yeteneğini kaybederse sonuçları yıkıcı olabilir...

27 Şub 2009

o uçağa binmiştim

Geçenlerde Amsterdam Schiphol havaalanına inemeyip yakınındaki tarlaya
çakılan TK1951 sefer sayılı Boeing-737-800 tipi Tekirdağ isimli THY
uçağının yaptığı kazayı haberlerde görünce, benim de geçen yaz aynı
uçakla ve aynı saatte Amsterdam'a uçtuğum aklıma geldi. Bir an için
düşen uçakta bulunduğumu hayal ettim ve tuhaf oldum! (O zaman
eğlenceli gelmişti). Hayat değerli geldi yeniden!

Tonlarca ağırlıktaki o metalin, içindeki herşeyle birlikte havada
süzülebilmesi çok garip geliyor bana. Muazzam enerjiler üretilip
tüketiliyor işlem sırasında. Düşme ve çarpma durumlarında oluşan
eylemsizlik ve tork ise yine ciddi boyutlarda. Tesellim ise herhangi
bir patlamanın meydana gelmemiş olması. Medyadan takip edeceğiz,
bakalım neler kazılacak bu olayın altından. Ölenlerin yakınlarına
sabır diliyorum...

9 Şub 2009

kelebek kanatlarının yüksek verimlilikli güneş hücreleri olduğu keşfedilmiş

Yeni okuduğum bir haberi Türkçe'ye çevirerek paylaşmak istiyorum;


Kelebekler, kırılgan, narin ve güzel doğa yaratıklarıdır ve görünüşe göre de güneşi güç kaynağı olarak kullanabilmekteler. Araştırmalar, kelebek kanatları üzerinde bulunan bazı pulların, nano-biyolojik olarak ayarlanabilen ve güneş ışığından gelen ısıyı emen yapılar olduğunu ortaya koydu. Bu pulcuklar sayesinde böcek, soğuk havalarda veya yüksek irtifada uçarken hayatta kalabiliyor. Şimdi bazı bilim adamları, çevrebilimcilere kötü bir seçenek sunuyor: "Verimliliği daha yüksek güneş pilleri yapabiliriz ancak bunları yapmak için kelebek kanatlarını yakmak zorundayız!"


Evet, bu hain bir komplo değil. Şanghaylı Bilim adamları kelebek kanadındaki yapıları taklit eden güneş hücreleri geliştirdiler. Fakat bu, onlara bakarak bukalemun gibi taklit etmekten ziyade bir katil gibi onları öldürmek ve derilerini çalmak gibi bir taklit oldu. Özel olarak, kanatların kimyasallarla ıslatılarak 500 derecede fırında yakılması gerekti. Bu yakma işlemi sonucunda geriye titanyum-diyoksit ya da kelebeğin "mikro-ölçekli foto anotları" kalır. Fakat elimizde, bu malzemeyi kelebek kanadındaki gibi eşsiz bir biçimde içiçe geçmiş bal-peteği benzeri bir moleküler yapıda tekrar örgüleyecek nanoteknoloji yok. Herşeye rağmen, moleküler-ölçekte modifiye edilmiş malzeme yapımında bile, insanların eski çağlardan beri kullandıkları bir yöntem işe yarıyor gibi görünüyor: "bir şey yapmak için ateş yakmak!"

Araştırmacılar, yakma sonucunda ortaya çıkan bu ince film tabakasının, herhangi bir Grätzel tipi güneş hücresinden daha yüksek emme yeteneğine sahip olduğu sonucunu iddia etmekteler. Grätzel hücreleri ise günümüzde mevcut, en yüksek verimlilik ve en düşük maliyet imkanı sunan hücre modeli olarak bilinmekte. Makale ayrıca, bu biyo-taklit tekniğinin, büyük miktarlarda üretim açısından ekonomik olduğunu belirtiyor ve yöntemi -çevrecilerin olası tepkilerine karşı- en azından "öldürmek" ile "ucuz elektrik" arasında umut olacak bir ara basamak olarak gösteriyor.

8 Şub 2009

köpekbalığı dışarıda! köpekbalığı dışarıda!


Cuma günü akşam, yemekten sonra salonda uzanmıştım. Günün yorgunluğu, haftanın uykusuzluğu, bir de yemeğin ağırlığı birleşince kendimden geçmişim. Az sonrasında kardeşimin "abi, ne diyorsun ne?" demesiyle birlikte kendimi "köpekbalığı dışarıda! köpekbalığı dışarıda!" diye sayıklarken duydum ve gözümü açtım. Sonra da söylediklerime birlikte gülmeye başladık. Uykudayken ne gördüğümü hatırlamıyorum ama televizyon da açıktı ve tahminimce oradan gelen bir ses imgelemimi etkiledi! (psiko-analiz nasıl ama?)

Her neyse, uyku halinde söylediklerim uyandıktan sonra bana, japon balıkçıların, okyanusta avladıkları balıkların, eve dönerken, canlı ve hareketli kalmasını nasıl sağladıklarına dair bir hikayeyi hatırlattı. Hikayeyi gugıldan aratınca yazılmışını buldum. Buraya tekrar yazmayayım ama siz şuradan okuyun lütfen. Hikayeyi tekrar okuduğumdaki yorumlarım şöyleydi: Stres ve kaygı seviyelerimdeki anormalliğin bana bu yazının başlığını söyletmiş olabileceğini düşündürdü. Diğer yandan 'zihinsel canlanma'nın zamanının geldiğini de farkettim. Kafamın içine bir köpekbalığı atayım artık. Canlanmak lazım!


(resmi de görsel arama ile gugıldan buldum)

Not: İlginçtir, bir önceki yazımda da bir rüya videosu yayınlamışım :)

30 Oca 2009

bir rüya

Stumbleupon'da bulduğum ilginç bir rüya :)




Güzel kurgu olmuş.


Burada göremezseniz stumbleupon üzerinden youtube video linki burada

29 Oca 2009

akıl dersi

Alıntıdır. Babama sevgiler...

Bir akıl hastanesini ziyareti sırasında, adamın biri sorar:
-Bir insanın akıl hastanesine yatıp yatmayacağını nasıl belirliyorsunuz?

Doktor cevaplar:
- Bir küveti su ile dolduruyoruz. Sonra hastaya üç şey veriyoruz: bir kaşık, bir fincan ve bir kova. Daha sonra ise kişiye küveti nasıl boşaltmnayı tercih ettiğini soruyoruz. Siz ne yapardınız?

Adam:
- Hmm, anladım. Normal bir insan kovayı tercih eder. Çünkü kova kaşıktan ve fincandan büyük.

- Hayır, der doktor. Normal bir insan küvetin tıpasını çeker!

Ders: Akıl, bize sunulanlar dışında da çözüm bulmaktır.

23 Oca 2009

BÜKÇE [:

Alıntıdır. Ben burada oğul rolüne kendimi koydum :)



KADIN DİLİ = BÜKÇE [:


Oğlum bir hafta sonra evleniyor. Sorumluluk sahibi bir baba olarak, ona öğüt vermem gerekiyor. Fakat bunu evde yapamam çünkü annesi ağız tadıyla öğüt vermeme izin vermez, sözü ağzımdan kapıp kendi devam eder. İş yerimden oğluma telefon açtım, akşam yemeğini dışarıda birlikte yiyelim, dedim. Deniz kenarındaki bu şirin lokantada şimdi onu bekliyorum.
Geliyor aslan parçası, yakışıklılığı da aynı ben. Hoş beşten sonra konuya giriyorum.

-Oğlum haftaya düğünün var, bir baba olarak sana bazı konularda yol yordam göstermem gerekiyor. Kaç dil biliyorsun oğlum sen?

-İngilizce, Fransızca bir de kendi dilimi de sayarsak Türkçe'yle üç dil oluyor.

-Bugün ben sana dördüncü dili öğreteceğim. Dilin adı Bükçe. Kadınlar tarafından kullanılır. Sen buna "kadın dili" de diyebilirsin.

-Kadınların ayrı bir dili mi var?

-Tabii ki. Eğer kadın dilini bilirsen bir kadınla yaşamak dünyanın en büyük zevkidir ama bu dili bilmezsen hayatın kararabilir. O yüzden bir kadınla mutlu olmak isteyen her erkek Bükçe'yi öğrenmeli.

-İyi de niye Bükçe?

-Çünkü kadınlar konuşurken genellikle, söyleyecekleri sözü, net söylemezler. Eğip bükerler onun için dilin adını "Bükçe" koydum.

-Bükçe zor bir dil mi baba? diye sordu gülerek.

-Bana bak, çok önemli bir konu, eğleniyor gibisin biraz ciddiye al. Bir kadınla mutlu olmak istiyorsan bu dili bilmen çok önemli. Çünkü kadınlar sözü bükerek Bükçe kon uşurlar sonrada senin sözün doğrusunu anlamanı beklerler. Felsefesini anlarsan kolay, anlamazsan zor.

-Tamam baba, haklısın ciddiyetle dinliyorum. Peki, sence kadınlar neden bizimle aynı dili konuşmuyorlar, söyleyeceklerini direkt söylemiyorlar.

-Bence bir kaç sebebi var. Birincisi, duygusal oldukları için, hayır, cevabı alıp kırı lmaktan korktuklarından dolayı, sözlerini de dolaylı söylüyorlar. İkincisi, kadınlar dünyaya annelikle donanımlı olarak gönderildikleri için onların iletişim yetenekleri çok güçlü.

-Bu konuda biz erkeklerden bir sıfır öndeler yani.

-Ne bir sıfırı oğlum, en az on sıfır öndeler. Düşünsene, henüz konuşmayan, küçük bir çocuğun bile yüz ifadesinden ne demek istediğini hemen anlıyorlar. İşin kötüsü kendiler leb demeden leblebiyi anladıkları için biz erkekleri de kendileri gibi zannediyorlar. Onun için, leb, deyip bekliyorlar. Hatta bazen, leb, demek zorunda kaldıkları için bile kızarlar. Niye, leb, demek zorunda kalıyorum da o düşünmüyor, d iye canları sıkılır.

-Biz de bazen Canan'la böyle sorunlar yaşıyoruz. Niye düşünmedin, diye kızıyor bana.

-Kızarlar oğlum kızarlar. Kadınlar ince düşüncelidirler, detaycıdırlar, küçük şeyler gözlerinden hiç kaçmaz. Bizim de kendiler gibi düşünceli olmamızı beklerler fakat erkekler onlar gibi değil. Biz bütüne odaklıyız, onlar detaya. Beyinlerimiz böyle çalışıyor.

-Ne olacak baba o zaman, yok mu bu işin çaresi?

-Var dedik ya oğlum, Bükçe'yi öğreneceksin, bunun için buradayız. Hazır mısın?

-Hazırım baba.

-Bükçe bol kelime kullanılan bir dildir. Biz erkeklerin on kelime ile anlattığı bir konu, Bükçe'de en az yüz kelime ile anlatılır. Dinlerken sabırlı olacaksın. Mesela karın o gün kendine elbise aldı, diyelim. Bunu sana "bu gün bir elbise aldım." diye söylemez. Elbise almak için dışarı çıktığı andan başlar, kaç mağazaya gittiğinden, almak için kaç elbise denediğinden, indirimlerden, yolda gördüğü tanıdıklarından alırken yaptığı pazarlıktan devam eder ve sana kocaman bir hikaye anlatır.

-Hikaye dili yani.

-Aynen öyle. Sen akıllı bir erkek olarak ona asla, "Hikaye anlatma, ana fikre gel, kısa kes." demeyeceksin. Böyle bir şey dediğinde, bittin demektir. İster öyle de, istersen "seni sevmiyorum." de. İki durumda da "seni sevmiyorum" demiş olacaksın.

-Ne alakası var, baba. Seni sevmiyorum demekle, kısa anlat demenin.

-Çok alakası var. Kadınlar dinlenmedikleri zaman sevilmediklerini düşünürler.

-Bu önemli, Bükçe'de dinlemek sevmektir, diyorsun.

-Aynen öyle. Devam edelim. Bükçe ima dolu bir dildir. Kadınlar konuşurken, bir şeyler ima etmeyi severler. Biz erkeklerde imalı konuşuyoruz diye düşünürler ve sözlerimizle onlara ne demek istediğimizi çözmeye çalışırlar. Oysa erkeklerin ima yeteneği pek gelişmemiştir. Bizim kastımız söylediğimiz şeydir.

-Geçen hafta Canan bana "Bir kaç kilo daha versem gelinliğin içinde daha iyi duracağım." dedi. Ben de "Böyle de iyisin." dedim. Canı sıkıldı bir kaç saat sur at astı. "Neyin var." diye sordum. "Hiçbir şeyim yok." dedi. Sence nerede hata yaptım?

-Böyle de iyisin, derken o "de" ekini orda kullanmamalıydın. Canan bunu şöyle anlamıştır. Böyle de fena sayılmazsın, eh işte, idare edersin ama tabi daha da iyi, daha da güzel olabilirsin."

-Peki ne demem gerekiyordu?

-Şunu hiç unutma. Kadınlar kendileri ile ilgili, giysileri ile ilgili ya da aileleri ile ilgili bir soru soruyorlarsa, kesinlikle iltifat bekliyorlardır. Es kaza eleştirmeye kalkarsan yandın. Bunu hiç unutmazlar. O gün "Hayatım sen zaten çok güzelsin, kilo vermeye falan bence ihtiyacın yok." deseydin, o günün zehir olmazdı. Mesela bir gün kucağına oturup, ağır mıyım, derse sakın "evet, biraz" falan deme "hayır" de. Yoksa bir daha kucağına oturmaz.

-Yani diyorsun ki bir kadın her daim güzeldir, her giydiği yakışır ve her kadının annesi bir hanımefendi, babası da beyefendidir. Bana ne yaparlarsa yapsınlar.

-Aferim oğlum, çok hızlı anlıyorsun bana çekmişsin. Kadın ın, kendi anne babasıyla sorunu olsa, kendi eleştirir ama asla senin eleştirmeni kabul etmez. Bunu kendine hakaret olarak alır.

-Ve asla unutmazlar, değil mi?

-Aynen öyle. Yıllar önce annene, annesi için "biraz cimri" demiştim. Hala "Sen benim annemi sevmezsin." der ve annesi bize bir şey aldığında gözüme sokar, en çok göreceğim yere koyar.

-Hadi o konularda dilimi tutarım da, şu ima işini çözmek zor geldi.

-Zor gibi ama biraz gayret edersen çözersin. En önemlisi imaları anlayacaksın ama "sen şunu mu demek istiyorsun." diye asla yüzüne vurmayacaksın.
İlla Bükçe anlatacak, asık bir yüzle karşılaşmamak için senin de anlaman gerekiyor. "Hayır, evde yiyeceğim ama istersen hazır bir şeyler alıp geleyim, ne dersin."dedim. "Tamam" dedi. Döneri sever biliyorsun, dün eve giderken, ekmek arası döner yaptırdım. Onun dönerini de kepekli ekmek arasına yaptırdım. Bunu düşündüğüm için ayrıca sevindi. O da diyette, düğünde daha zayıf görünme derdinde, bu sıralar.

-Bu Bükçe'de kısa konuşma yok mu baba?

-Var ama yerinde olsam hiç tercih etmezdim. Kadın konuşmuyorsa ya da kısa konuşuyorsa kesin ciddi bir sorun var demektir. Mesela baktın canı sıkkın, soruyorsun, "Neyin var" diye. "Hiçbir şeyim yok." diyorsa, aman bir şeyi yokmuş, diye bırakma. Yoksa az sonra, çok ilgisiz olduğundan yakınarak, ağlamaya başlar.

-Bükçe'de "Hiçbir şey yok" demek "Çok şey var, benimle ilgilen" demek oluyor, o zaman.

-Evet. Biz erkekler "Bir şey yok." diyorsak ya gerçekten bir şey yoktur, sadece başımızı dinlemek istiyoruzdur ya da bir şey vardır ama; şu anda konuşacak bir şey yok." diyoruzdur. Her ikisinde de konuşmak istemiyoruzdur. Ama kadınlar ilgiyi sevgi olarak gördükleri için "Bana değer veriyorsan, ilgilen ki anlatayım." demek istiyordur. Çok nadirdir, gerçekten anlatmak istemiyor olabilir, o zaman da fazla üstüne varıp bunaltmayacaksın tabi.

-Bir arkadaşım da kadınların "peki" demesi tehlikelidir, demişti.

-Doğru. Bir kadının ağzından çıkan " kuru bir peki, olur, tamam" her zaman tehlikelidir. Bu Bükçe de "Şimdi tamam diyorum ama acısını daha sonra çıkaracağım." demektir. Sana en kısa zamanda kesin bir ceza keser. Fakat pekinin yanında "peki canım, olur hayatım" gibi bir hoşluk ekliyorsa korkmaya gerek yok.

-Zor bir dil baba.

-Yok yok gözün korkmasın. Bükçe, konuşman gerekmiyor. Dili anlaman yeterli.

-Anlamak da pek kolay değil ama.

-Korkma o kadar zor değil. Devam edelim. Kadınlar istediklerini söylemek zorunda kalınca, düşünemediğimiz için biz erkeklere kızarlar, ve konuşurken suçlayarak konuşurlar fakat suçladıklarının farkında olmazlar. Sitem ediyoruz zannederler.

-Nasıl yani?

-Mesela, karın sana "ne zamandır dışarı çıkmadık." derse bunu suçlama olarak üstüne alma, seninle gezmek canı istiyordur, bunu sen düşünüp teklif etmediğin için kalbi kırılmıştır. Maksadı seni suçlamak değildir. "Daha geçenlerde gezmeye gittik." gibi bir savunmaya girme. "Tamam canım haklısın, ben de istiyorum, en kısa zamanda gideriz." de, konu kapanır. Tabi ilk fırsatta da sözünü yerine getirirsen iyi olur.

-Küçük ama önemli detaylar.

-Aynen öyle. Mesela karın "üşüdüm" diyorsa, üstünü kalın giy demeni ya da kombiyi açmanı değil, ona sarılmanı istiyordur.

-Keşke okullarda öğretselerdi biz erkeklere Bükçe'yi. Ne kadar erken başlasak o kadar çabuk kavrayabilirdik, belki.

-Haklısın aslında ben de sana öğretmek için geç kaldım. Neyse zararın neresinden dönülse kardır.

-Not mu alsaydım, epeyce detayı varmış dilin.

-Sen bilirsin oğlum, unutacaksan al. Keşke ben de not alıp gelseydim. Umarım sana eksik öğretmem. Şimdi aklıma geldi. Kadınların en nefret ettiği sözcük "Fark etmez"dir. Fark etmezi kadınlar "Hiç umurumda değil, ne yaparsan yap " diye anlarlar.

-En değerli sözcük nedir?

-Sen bil, bakalım.

-Seni seviyorum, demek herhalde.

-Evet, kadınlar "seni seviyorum" sözünü sık sık duymak isterler. Biz erkekler söylemiştim, zaten biliyor diye bu konu da gaflete düşmemeliyiz.

-Bükçe sadece konuşma dili midir baba? Bunun bir de davranış dili var gibi geliyor bana.

-Ben de tam ona geliyordum. Kadınlar küçük şeylere önem verirler. Akşam ona sarıl, televizyon izliyorsan sarılarak izle. Gündüz onu düşündüğünü ifade etmek için kıs acık da olsa bir mesaj gönder, küçük sürprizler yap. O yemek hazırlarken ona yardım et, salata yap, çay demle.

-Akşam gelip sırt üstü yatmak yok yani.

-Gözünde büyütme. Sayınca çok şey gibi görünüyor ama aslında bunlar zaman alacak, zor ve masraflı şeyler, değil. Sen bu küçük şeylere dikkat et, zaten karın sana paşa gibi davranır, seni yormaz. Bir erkek bu küçük şeylere dikkat etmezse zamanını karısıyla büyük kavgalar yaparak geçirir. Sevgiyle geçirmek varken niye kavgayla geçiresin ki? Kadınlar çok vericidir ama eğer sen hep alıp vermezsen, bir gün birden patlarlar. Küçük küçük alırlarsa, büyük büyük verirler.

-Tamam baba bunlara dikkat edeceğim.
Garson yemek tabakları nı kaldırırken oğlumun telefonu çalmaya başladı. Belli ki nişanlısı arıyor, konuşmak için deniz kenarına doğru adımlamaya başladı. Az sonra geldi.

-Baba çok teşekkür ederim. Bükçe'yi anlamaya başladım. Canan aradı. "Salonun perdelerini ne renk olsun karar veremedim, yarın birlikte m i baksak." dedi. Tam "Fark etmez, sen seç" diyecektim ki bunu senin söylediğin gibi "Ev de perde de umurumda değil" gibi anlayacağı aklıma geldi. "Tabi canım, istersen birlikte bakabiliriz ama ben senin zevkine güveniyorum, sen seç istersen," dedim çok mutlu oldu. Kendi seçecek.

-O zaten perdeyi çoktan seçmiştir de kadınlar illa yaptıklarını onaylatmak isterler. Birlikte de gitsen o seçtiği perdeyi almak isteyecektir. Biz erkekler onların ne demek istediklerini anlarsak, işlerden kolay sıyırırız.

-Baba tekrar teşekkür ederim. Bu iyiliğini hiç unutmayacağım. Bana Bükçe'yi öğretmeseydin halimi düşünmek bile istemiyorum.

-Şanslısın oğlum. Benim seninki gibi bir babam yoktu. Bunları deneye yanıla öğrenmem yıllarımı aldı. Sen yine iyisin, hazıra kondun. Güle güle kullan, isteyene de öğret, herkes de güle güle kullansın. Kullansınlar ki yüzleri gülsün.

15 Oca 2009

Uzay yolu ve galaktik Dünya gemisi

Aşağıdaki yazıyı, Avrupa Birliği bünyesinde yayınlanan research*eu isimli bilimsel magazin dergisinin Eylül 2008 özel sayısındaki ön-kapak arkası giriş yazısından kendim çevirdim, buyrun okuyun:


Bu okuduğunuz cümlenin sonuna geldiğinizde yaklaşık 1350 km yol katetmiş olacaksınız. Siz bunları okurken, Dünya Güneşin etrafında çembersel bir yörüngede dönüyor. Güneş Sistemiyse kendi etrafında dönmekte olan Samanyolu Galaksisi içinde hareket halinde. Dahası, saniyede 270 km hızla genişleyen tüm evrenin hareketiyle katedilen mesafeyi saymıyoruz bile. Evet, gezegenimiz, -esasen karanlık ve donmuş bir kainatta, çoğunlukla da emniyet olmaksızın- en yüksek hızda ve mutlu (veya aymaz) bir şekilde üzerinde uçtuğumuz galaksilerarası bir seyir gemisi. Yol arkadaşlarımızsa, bizi öldürücü ışınlarıyla bombardımana tutan büyük bir yıldız ve aralarında herhangi bir çarpışmanın kabul edilemez olduğu bir dizi daha küçük yıldız. Yaşam tehlikeli/riskli değil mi? Gerçekten de öyle!

Evrendeki bu incelik, bu ürkütücü olağandışılık, bu makul benzersizlik, Dünya üzerinde yaşamın varlığını, rastgele olması olasılığında bile, bir tür mucize olarak görmemizi sağlıyor. "Seçilmiş"ler ya da belki de sadece "şanslı"lar olarak bizler, biraz düşününce, böyle bir olanağa sahip olmaktan haz duyarız. Bizler mucizevi/harikulade yaratıklarız ve bu nedenle de yokedilemeyiz.

Fakat, şimdilerde birşeyler değişmeye başlıyor. Uzay gemimizin başı dertte. Atmosferik koruma sağlayan mükemmel/ince kalkan hasar görüyor. Her yerde birşeyler bozuluyor: Isıtma sistemi, su sirkulasyonu, hava sirkulasyonu, hava durumu... Yeşil alanlar kuruyor. Balık tankı boşalıyor. Geriye kalan besin hammaddelerini ve içme suyu kaynaklarını hesaplıyoruz. Bu tam da Uzay Yolu filmindeki Atılgan gemisinde Kaptan Kirk'ün (Körk), baş mühendis Scotty'yi (Skati) köprüye çağırmasının zamanı! Bu tam da bizim kendi 'scotty'lerimizi (jeologları, sismologları, okyanus bilimcileri ve diğer dünya bilim uzmanlarını) çağırmamızın zamanı değil mi?



"Bay Skati, Bay Spak, kaptan Körk konuşuyor, kırmızı alarm, derhal köprüye!"

Nerede Türkiye'deki Skatiler ve Spaklar! :))
Bırakın, Türkiye Güvertesinin warp motorlarına kadar sızmış olan Ergenekon virüsünü, hukuk ve adalet ve emniyet sistemi temizlesin.
Gidin, gemideki alt güvertelerden birinde savunmasız mürettabatı katleden kontrolden çıkmış arızalı makineyi (makine kodu: mavi siyon) durdurmak için elinizden geleni yapın.
Gidin, gerçekten bilimle uğraşın! (Bu kendime: Yeterlik sınavına hazırlanın!)