21 Nis 2007

tak... tak... tak... (!)

Evden acele ile çıkmıştım. Koşar adımlarla metro istasyonuna doğru ilerlerken bir yandan öğrencilere vereceğim dersin planınını yapıyor, bir yandan da çiseleyen yağmurda ıslanmamak için saçakların altından gitmeye çalışıyordum. Yürüyen merdivenlerle metro istasyonuna indim.

İstasyonda benimle aynı yönde ilerleyen birisinin elindeki uzunca değnekten çıkan "tak... tak... tak..." sesleri, telaşımı ve kafamdaki düşünceleri birden unutturdu. Belli ki onun da acelesi vardı. Sırtındaki büyükçe çanta ve elindeki değneği ile neredeyse benim kadar hızlı adımlarla ilerliyordu. Biraz dikkatlice bakınca bu kişinin bir bayan ve aynı zamanda 'görme özürlü' biri olduğunu anladım. Kendi kendime "Acaba onun telaşı neden?" diye sordum. Belki de dünyayı hiç görmemişti. Özürlü haliyle tek başına ilelese de tavırları ve yürüyüş şekli onun, kendisine çok güvenen bir insan olduğu izlenimi uyandırıyordu insan üzerinde. Acaba acele bir işi mi vardı?

Bir an herşeyi unuttum. Sanki herşey ağır çekimdeymiş gibi hareket etmeye başladı. Onun değneğiyle sağını solunu kontrol ederek önüne çıkabilecek engelleri anlaması, kendine yol açması, belki de yaşama azminin bir göstergesi idi. Merdivenlere yaklaştığımızı hissettim. "Acaba merdivenlerden inerken kendisine yardım etsem mi?" diye düşünürken, o merdivenlerden inmeye başladı. Sanki dünya dümdüzdü ve karşısında hiç engel yoktu. Acaba, değneğinin ucunda onu yönlendiren bir şey mi vardı, ya da bu bayan şaka mı yapıyordu? Kafamdaki düşünceleri toparlamaya çalışırken, trenin durağa geldiğini farkettim.

Merakım beni bu bayanın yanına çekti ve onunla aynı kompartımana bindim. Oturduğu koltuğa iyice yerleştikten sonra, değneğini katlayıp hızlı bir şekilde çantasnın ön bölmesine koydu ve çantasının başka bir bölmesini açtı. Acaba çantasından walkman veya yiyecek-içecek bir şey mi çıkaracak diye düşünürken kalbimden ona acıdığımı hissettim. Dünyayı görmeyi kim bilir ne kadar çok istiyordu; ağaçlar, evler, araçlar, insanlar ve gözler... Görecek o kadar çok şey vardı ki...

O an için kendimi çok ayrıcalıklı hissettim. Göz, dünyaya açılan bir pencereydi ve ben onların kıymetini fazla bilmiyordum. Bayanın çantasından çıkardığı kalınca bir kitabın gözüme ilişmesiyle bu düşüncelerimden sıyrıldım. Görme özürlü biri kitap okuyacaktı! Derken sayfaları parmak uçlarıyla yoklaya yoklaya karıştırıp, bir yerde durdu. Herhalde aradığı sayfayı bulmuştu. Hemen sağ elinin işaret parmağı ile orta ve yüzük parmaklarını kabartmalar üzerinde gezdirmeye başladı.

Kitap okuyordu... Fakat o görmüyordu ki... Birkaç saniye daldım... Kitap okumak yalnızca görenlere has bir şey değil miydi? Anladım... Artık o gözleriyle değil; kalbiyle, duygularıyla, ruhuyla okuyordu... Ve kendimden utandım. Aylardır çantamda taşıdığım ve üç beş sayfası dışında pek okumadığım kitabım geldi aklıma ve yıllarca hiç kitap okumayanlar... Keşke onlar da, insanı düşündüren, hatta utandıran şu manzaraya şahit olsalardı.


Dünyada milyonlarda insan var... Ama okumak... Neden ben... Aniden kesik kesik düşüncelerimden sıyrıldım. Bir sayfayı okuyup bitirmiş ve diğer bir sayfaya geçmişti. Parmaklarını kabartmalar üzerinde ustaca gezdirmesinden, bu işe yatkın olduğu anlaşılıyordu. Demek ki yi bir okuyucu idi. Ama ne okuyabilirdi ki? Binlerce kitap, dergi ve gazetenin, görme özürlü olanlar için günlük, haftalık olarak hazırlanması mümkün değildi ki...

Anonsun uyarısıyla, ineceğim durağa geldiğimi anladım. Daha dört dakika geçmişti ve bu kadarcık sürede dahi kitap okumak çok önemliydi. Bana bu dersi veren görme özürlü o kadın da kitabını çantasına koydu, durakta inmeye hazırlanıyordu. Az sonra tren durdu. Önce onun inmesini bekledim. Değneği ile onca insanın arasından "tak... tak... tak..." sesleriyle ilerliyordu. Arkasından birkaç saniye baktım. Sanki değnekten çıkan o tak tak'lar beynimde oku... oku... oku... ve şükret diye yankılanıyordu.

Yeni bitirdiğim bir kitaptan yazdığım bu alıntının bir çok sitede de "dört dakika bile olsa okuyabilmek" başlığıyla yayınlanmış olduğunu yeni öğrendim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder